Seçilmiş Başkan Donald Trump, göreve başlamadan önce İsrail’e yönelik jestleri ve Ortadoğu’ya tehditkâr söylemleriyle küresel arenada dikkat çekmeye devam ediyor. Ancak bu ani çıkışın ardındaki itici güç ve karanlık iddialar, Trump’ın politikalarının yalnızca bir gövde gösterisinden ibaret olmadığını düşündürüyor. Henüz yemin törenine 13 gün kala bu öfke dolu çıkışların sebebi ne olabilir? Seçim sevincini bile yaşayamadan Mossad’dan bir yeni tehdit mi aldı? Bu söylemler, sadece seçmen desteği kazanmak için mi tasarlandı yoksa başka etkiler mi söz konusu? Bu karmaşık sorulara birlikte yanıt arayalım.
Başkanlık görevini devralmadan yalnızca 13 gün önce Donald Trump’ın, Ortadoğu’daki rehinelerin serbest bırakılmaması durumunda “20 Ocak 2025 tarihinden önce rehineler serbest bırakılmazsa, ki bu tarih Amerika Birleşik Devletleri Başkanı olarak görevi gururla devralacağım tarihtir, Ortadoğu’da büyük bir bedel ödeneceğini ve insanlığa karşı bu vahşeti işleyenlerin sorumlu tutulacağını” ifadeleri, küresel çapta yankı uyandırdı. Bu açıklama, Hamas’ın, Amerikan doğumlu İsrail çifte vatandaşı olan ve İsrail Golani Tugayı‘nın 51. Taburu’nda görev yapan rehine Edan Alexander‘ın serbest bırakılması için Trump’a çağrıda bulunduğu bir video yayınlamasının hemen ardından geldi. Trump’ın bu sert ifadeleri, görevine başlamadan önce nasıl bir diplomatik strateji izleyeceği ve bölgedeki gelişmelere nasıl bir yön vereceği sorularını da beraberinde getirdi.
Jeffrey Epstein ve Mossad arasındaki bağlantılar, Amerikan siyasetinin en tartışmalı ve karanlık boyutlarından biri olarak öne çıkıyor. Epstein’ın özel adasında reşit olmayan genç kızlarla ilgili skandal iddialar, birçok tanınmış isme şantaj yaptığı söylentilerini gündeme taşıyor. Bu isimlerden birinin Donald Trump olduğu da artık tüm dünya kamuoyunda biliniyor. Mossad’ın elinde bulunduğu öne sürülen belgelerin, Trump üzerinde baskı oluşturmuş olabileceği dile getiriliyor. Trump’ın İsrail’e yönelik cömert adımları, Mossad’dan geldiği iddia edilen bu baskılarla ilişkilendiriliyor. Diğer bir ifadeyle, Trump’ın seçim başarısı, gelecekteki kişisel güvenliği ve yeni siyasi kazanımları garanti altına almak amacıyla mı desteklendi?
Bu noktada, Facebook’un sahibi Mark Zuckerberg’in durumu da dikkat çekiyor. Cambridge Analytica skandalı‘nda, Facebook kullanıcılarının verilerinin izinsiz olarak toplandığı ve bu verilerin Trump’ı başkan yapmak için kullanıldığı, dolayısıyla 2016 ABD başkanlık seçimlerini etkilediği ortaya çıkmıştı. Zuckerberg, de Jeffrey Epstein gibi koyu bir Yahudi eğitimi aldı. 13 yaşında Bar Mitzvah törenine katıldı. Reform Yahudilik inancını benimseyen geniş bir ailede doğdu, ve bu inancına göre büyüdü. Zuckerberg, bu skandalda ‘iyi polis’ rolünü üstlenirken, Trump’ın başkanlığına dolaylı yoldan katkıda bulunması nedeniyle de eleştiriliyor. Öte yandan, Epstein’in Mossad’a verdiği delillerle ‘kötü polis’ rolünü üstlendiği konuşuluyor.
İki Yahudi arasında kalan Trump’ın, Epstein’ın elindeki belgeler nedeniyle İsrail’e yönelik jestlerinin ardındaki gerçek nedenleri sorgulamamız kaçınılmaz hale geliyor. Epstein’ın Mossad tarafından kullanılan bu belgeleri, Trump gibi birçok ünlü ismi zor durumda bırakabilecek nitelikte.
Hatırlatmak gerekir ki, Korkunç Zengin belgeselinde Jeffrey Epstein’ın özel adası Little Saint James’te yaşanan skandallar ve ünlü isimlere şantaj yapmak için kullandığı iddia edilen görüntüler, Trump’ın bu ilişkilerdeki rolü üzerine pek çok soruyu gündeme taşıyor. Belgeselde, Trump ile Epstein arasındaki bağların yanı sıra, Epstein’ın Yahudi kimliğinin hayatının farklı dönemlerine çeşitli şekillerde yansıdığı vurgulanıyor. Adada reşit olmayan kızlarla cinsel ilişki skandalları ve bu görüntülerin şantaj amacıyla kullanıldığı iddiaları detaylandırılırken, adada eğlenmeye gelen ünlülerin sadece Yahudi değil, farklı etnik ve dini kökenlere sahip oldukları belirtiliyor. Bununla birlikte, bu kişilerin daha sonra Ortadoğu’yu kan gölüne çeviren politikaları şekillendirecek cesareti burada kazandıkları iddiası, tartışmanın merkezinde yer alıyor. Adanın sunduğu sözde cennet, adadan ayrıldıklarında yerini cehenneme bırakmış gibi görünüyor.
Seçim kampanyası boyunca Joe Biden’ı savaş çığırtkanlığı yapmakla ve Amerika’yı kaosa sürüklemekle suçlayan Trump’ın, seçimlerden hemen sonra savaş tehdidiyle sahneye çıkması, bu söylemlerinin samimiyetini sorgulatır hale getirdi. Başkanlık görevinin bitimine yalnızca 13 gün kala yapılan bu hamle, Trump’ın seçim öncesinde İsrail’e yönelik sert çıkışları ve jestlerinin sadece oy toplama amacı mı taşıdığı, yoksa arkasında başka güçlerin yönlendirdiği daha büyük bir plan mı olduğu sorularını gündeme getiriyor.
13 sayısının anlamı, her bireyin kendi inancına göre yorumlaması gereken bir meseledir. Ancak, benim için Elias Canetti’nin Kitle ve İktidar eseri, 1960’tan bu yana siyasetin ve politikanın gerçek anayasasıdır. Şu aşamada, sembollerle kurulan oyunları tartışmayacağız; ancak Hanzala karikatürünün anlamı, 13 sembolünden daha kudretlidir. Unutulmaması gereken, o topraklarda Hanzala’nın misafiri olunduğunu bilmek ve buna göre davranmanın insani bir sorumluluk olduğudur.
Amerika’nın agresif söylemlerle gücünü korumaya çalıştığı bir gerçek, ancak Trump’ın İsrail lehine attığı adımlar ve Ortadoğu’ya yönelik tehditleri, küresel güvenlikten ziyade kısa vadeli çıkar hesaplarının ürünü gibi görünüyor. Eğer gerçekten Mossad’ın baskısı altındaysa, Trump’ın bağımsız bir liderlik sergileyip sergileyemediği ya da liderliğinin perde arkasındaki güçlerin şekillendirdiği bir oyundan ibaret olup olmadığı sorgulanmalı.
Tüm bu yaşananların bir kişinin özel hayatından kaynaklanabileceği ihtimalini de göz ardı edemeyiz. Böylesine büyük bir servete sahipken daha fazlasını istemekle suçlanması mantıklı mı? Peki, medyaya sızabilme ihtimali olan yeni bir video ya da yeni bir fotoğraf, Trump’a cehennem yaşatacak tehditler için gerçekten yeterli olabilir mi?
Trump’ın benimsediği sert söylemler ve tehditkâr politikalar, yalnızca Amerika’yı değil, tüm dünyayı ilgilendiren derin bir endişe kaynağı. Ortadoğu’da gerilimi artıran bu yaklaşımlar, küresel güvenliği zedelerken bölgesel dengeleri altüst ediyor. Ancak bu stratejilerin etkisi yalnızca burada kalmıyor; Rusya, Çin, Hindistan ve İran gibi ülkeler de doğrudan etkileniyor. Kanada gibi tarafsızlığıyla bilinen devletler dahi bu gerginliğin gölgesinde kalabilir. Korku ve güç odaklı bu politikalar, kısa vadeli kazançlar uğruna kutuplaşmayı artırırken Amerika’nın küresel liderlik(!) iddiasını da zayıflatıyor.
Gerçek liderlik, baskı ve tehdide değil, halkın güvenine ve dünyanın saygısına dayanır. Bu nedenle Trump, eğer şahsi menfaatlerini gözetiyorsa bile, korku salan politikalar yerine barış ve adaleti temel alan bir vizyon geliştirerek hem Amerikan halkını hem de dünya toplumlarını ortak bir hedef etrafında birleştirmelidir. Tekrar ve hatta defalarca söylüyorum ki, Trump’ın bu agresif çıkışları, yalnızca Amerika’nın değil, tüm dünyanın geleceğini etkileyen sonuçlar doğuruyor. Ancak güç ve korkuya dayalı politikaların uzun vadede ne Amerika’ya ne de dünyanın geri kalanına fayda sağlayamayacağı açık. Belki de Trump’ın asıl yapması gereken, adalet ve barışı ön planda tutarak Amerika’yı gerçekten “büyük” hale getirecek bir vizyon sunmaktır. Çünkü gerçek liderlik, baskı ve tehditlerle değil, halkın güveni ve dünyanın saygısıyla kazanılır. Bir sonraki yazımda 13 sayısının gizemine değineceğim. Umarım böylece bu yazıda kullandığım 13 rakamının gizemi de çözülür.