Yüzeydeki pürüzün bir hata mı yoksa bir davet mi olduğuna karar verenlerin hikâyeleriyle büyüdük.
Şimdi tuhaflığı sorgula, körün oğlu. Mantığa uymayan o garip detayın üzerine yürü. Çünkü o pürüz, yüzeyin altındaki hakikatin ilk darbesidir.
Destanın kalbindeki o ana git: Bolu Beyi, seyisi Yusuf’tan soylu atlar ister. Yusuf ona iki çelimsiz, uyuz at yavrusu getirir.
İşte o an. O aykırılık.
Bolu Beyi o tuhaflığı bir hakaret saydı. Sorgulamadı. Öfkelendi. Ceza verdi: Yusuf’un gözlerine mil çektirdi.
Bu, basiretin katliydi.
Şimdi kendine sor. Senin Bolu Beyi’n kim? O, mükemmeliyetçilikle gelen, ‘çelimsiz’ gördüğü her şeyi reddeden o ses değil mi? Yüzeydeki gariplikleri ‘hata’ diye geçiştiren, derin bakmaktan korkan o katılık değil mi?
Köroğlu, tam da bu körleşmeden doğar. Ama o, yalnızca öfkenin çocuğu değildir. Destan fısıldar: O, Aras Irmağı’ndan gelen üç sihirli köpüğü içer. Biri ona yenilmez bir yiğitlik verir. Biri ebedi bir hayat verir. Üçüncüsü ise… en tehlikelisi: şairlik. Artık o, sadece bir savaşçı değil, kelimelerle de savaşan bir bilgedir.
Anladı ki atlar, ne kadar hızlı koşarsa koşsun, hep o toprakta, o kurallardadır. Fakat kuşlar… Oyunun bütününü yukarıdan izler. Zulmü yenmek için oyunu değiştirmek gerek.
Yüzünü topraktan göğe çevirdi. Kuşların dilini öğrendi. O, Ebabil’in dilinden, en zalim orduları deviren görünmez taşların sırrını öğrendi. Pelikandan, yavruları için kendi göğsünü deşen o mutlak fedakârlığı aldı. Bozdoğan’ın keskin bakışında, dağınık öfkeyi tek bir hedefe kilitleyen o sarsılmaz iradeyi buldu. Ve yanı başındaki bir kumrunun direnişinde, en büyük gücün en sade olanda saklı olduğunu gördü.
Ama yeryüzünden göğe bakmak, Çamlıbel’i kurmak demektir. O sarp kayalarda hava incedir. Soğuktur. Yalnızsındır. Herkes sana ‘kahraman’ demez, ‘eşkıya’ der. Hakikat sıcak salonlarda öğrenilmez. Alkışlar arasında hiç öğrenilmez.
Bir gün dağlara “delikli demir” dedikleri o soğuk icat ulaştı. Tüfek geldi, mertlik bozuldu. Köroğlu baktı ki, artık oyun değişti. Bu, onun şiirinin ve bileğinin savaşı değildi. Sır oldu, Kırklar’a karıştı.
Ama sır, seni bekliyor.
Yarın sabah, o garip e-postayı, o anlamsız şikâyeti, o kimsenin önemsemediği detayı silip geçme. Çömel yanına. Sor. Bekle. Dinle. Belki senin Kırat’ın orada saklanıyordur. Belki de kuş dilini öğrenmenin ilk harfi, o tuhaf anı kavramaktır.
Git. O çelimsiz tayın üzerine yürü. O garip anın, kimsenin anlamadığı sinyalin peşine düş. Belki seni Kırat’a taşır, belki taşımaz. En azından Bolu Beyi’nin kör ettiği dünyada, sen göreceksin.
Ve gören tek bir göz, bin körün saltanatından daha ağırdır.